10 May 2011

olduğum yerde olduğum şekilde olduğum kadarım

-Buz alabilir miyim?
-Buz istemeyi düşünüp, bu bildiriyi gırtlağına yönlendirip, o kahrolası tellerini titreştirip sesle kelimelere döktüğün zamanı kullanıp kendin alabilirdin.
-Yani?
-Kıçını kaldır ve kendin al buzunu.

Yağmur yağıyor...Gözlerim ayaklarımda...Kafamı kaldırmaya gücüm yok...Ellerim üşüyor ve ceplerime sokuyorum...Ayaklarım her birikintide daha çok su sıçratıyor...Duruyorum...
Bu gece diğer lanet gecelerden daha çok özledim evimi...
Evim...Kaybettiğim ve bir daha kırmızı duvarlarına sığınıp insanları dışarıda bırakamayacağım evim...
Bir adım daha atamıyorum...
Olduğum yerde olduğum şekilde olduğum kadarımla duruyorum...
Öylece..
Yağmurun altında sırılsıklam oluyorum...

-Gelinliğini Nur Yerlitaş dikiyormuş.Papatyalar temmuz ayına kadar kalamayacağı için özel olarak yetiştiriliyormuş şu an.Bir hafta önceden saçına uyacak mı diye bakılacak sonra özel bir buzdolabında saklanacakmış.
-Hay sikeyim...Nur Yerlitaş kim be!
-Seninle tartışmaya gücüm yok biliyor musun?
-Buz?
-...

Yağmur yağıyor...Camın önünde oturmuş dış camdan akan çamuru seyrediyorum...Yağmur temizleyecekken camı silmenin bir anlamı var mı?... Gerçi düşündüğün zaman neyin anlamı var ki... Birde içeride,camın önünde ölmüş kör sinekler var....Hepsi camın önündeki aynı noktada ama farklı zamanlarda intihar etmiş ...Birbirlerinden haberleri var mıydı acaba diye düşünüyorum bir bir sayarken hepsini... 1,9,7,4,5,3,8,2,6.... Tamı tamına onbinbeşyüzyirmiiki tane... Hepsi kör... Hiçbiri kurtulamamış... Eğer görebilselerdi belki birbirlerine yardım ederlerdi... Avcumu dayayıp onbinbeşyüzyirmiiki tane kör sineğe mezar yapıyorum... Diğer elimle camı açıyorum ve mezar olmuş elimi yağmura tutuyorum ve duruyorum... Hepsi günahlarından arınıyor...Görememenin günahı... Belime kadar sarkıyorum ve mezara doğru üflüyorum...
Hepsi tekrar uçuyor...
Gözümü ayıramıyorum...
Gözüm benden ayrılana kadar...

-Mutluluktan haber ver dilek taşı.
- ......
-Efkarının birikip içine sığmadığı olmuyor mu hiç?
-Çok içmedin mi sen?
-Bak sökülüyor.
-Ne sökülüyor?
-Sürfile yaptım ya geçen bedenimle ruhumu...
-Eeee?
-O işte sökülüyor yine...
- ....
- Gözlerin gülmeyi unutmuş.
-Çok içtin,yeter.
-Kutuplarda da kalmayacak yakında buz biliyor musun?
-...

Yağmur yağıyor...Göremesemde bir yerlerde birilerinin üzerine yağmur yağıyor...Hissediyorum...Dilini çıkarmış düşen damlaları içmeye çalışan bir çocuk var bir yerlerde...Biliyorum...
Bilmenin bir şeyleri değiştirmediğini de biliyorum...Ben zaten hep çok biliyorum, öyle diyorlar... Ama ben en çok hiçbir şey bilmediğimi biliyorum, bilmeye değecek bir şey olmadığını, bilmenin sadece bilmek olarak kalacağını... Olduğum yerde olduğum şekilde olduğum kadarımla durmamı hiçbir bilmenin değiştiremeyeceğini...

-Çok yalnızız diyordu repliğinde hatırlıyor musun? Amına koyayım harbi çok yalnızız be!
- ...
-Öyle böyle değil...Hayır birde biz seçmişiz bu sikik şeyi... Üstadların bildiği bir şey var demişizdir vakti zamanında ama işte bilemiyorum şimdi.
-...
-Lanet ses tellerini titreştirmeye götün yemiyor ama düşünebildiğini duyabiliyorum biliyor musun?
-...
-Yağlanmamış makine gibi işliyor...Gürültülü yani...Farkında olmadığın o kadar çok şey var ki sana farkedecek bir şey veriyorum bak değerimi bil.
-...
-Kıçımı kaldırabilseydim eğer...Buzdolabının kapağını açar, doldurulmamış buz kalıbını görür ve yedi ceddine küfür ederdim. Kıçımın kalkmaması iyi bir şey aslında... Ki kıçımı kaldırabilsem ilk işim işemek olurdu.
-...
-Buz...Alabilsem iyi olurdu aslında.

Cenazesini kaç kez kaldırır insan? Bir, beş , kırksekiz, dokuzyüzyedi ...
Kaç lanet bin zaman gömebilir cesedini?
Ve kaç bin lanet zaman gömdüğü cesedini, kaç bin lanet sabah tekrar karşısında canlı bulabilir?
Yitip gitmenin özgürlüğü olduğunu düşünen birini, verilen hangi sayı memnun edebilir?

-Sanırım kusma zamanım yaklaşıyor...
-Deli olduğunun bilincine vardıkça, zavallılığın gözüme gözüme batmaktan vazgeçiyor.
-Günümün hangi dakikalarına tekabül ediyor bu söylediklerin biliyor musun?
-...
-Biliyor musun?
-.......Bilmiyorum...Ama sana lanet olsun onu biliyorum.
-Hep içerken kaçırdığım 13 rekatlık yatsı namazı dakikalarına...
-Kussan ve sızsan ve bu konuşmaları sonsuza kadar silsek beynimizden.
-Benim kaçırdığım siktiğiminin yatsı vakitlerinin hesabını da sen verirsin artık.
-Ve sabah ve öğlen ve ikindi ve akşam...
-Hiç bilmediğim dualar ve hiç almadığım abdestleri unutma.
-Gerizekalısın sen.
-Gerizekalı olmadığımı biliyorsun sadece promilim yüksek.
-Promili yüksek bir deli...
-Şu söküğü bu sefer sen diksen şöyle sağlamından? Sürfilelerim işe yaramıyor artık.
-......
-...
-......
-Gözümde canlanır koskoca mazi sevgilim nerede ben neredeyim suçumuz neydi ki ayrıldık böyle kaybolmuş benliğim bak ne haldeyim... Efkarım birikti sığmaz içime bin sitem etsem de azdır kadere gülmeyi unutan yaşlı gözlere mutluluktan haber ver dilek taşı.....
-Dilek taşını sikeyim.
-Ben de...
-...
-Buz...
-...
-Getirecek misin?

3 May 2011

son kullanma tarihi geçmiş sütü içebilir miyiz,ne dersin?

Sicim gibi akıyordu yaşlar gözlerinden oturduğumuz kafenin sigara içilebilen bahçesinde.Kafeye gelmeden önce kocaman bir koridor aşmıştık elele,kocaman bir duvarı kırmıştık yine beraber.
Konuşamadı daha fazla,durdu yutkundu.Elleri titreyerek kahvesine uzandı ve bir yudum alabildi,fincanı bırakamadı..Sanki tüm gücünü ondan alıyormuş gibi...

Kıç kadar bir odanın içinde dört yılımızı geçirmiştik beraber.Sabah altıda uyanır,duşunu alır uzun uzun kopkoyu güzel siyah saçlarını tarardı.Saat yedi buçuğa doğru bir hışımla odanın tüm perdelerini açardı benim ranzama basarak. Her sabah ama her sabah lanetler okurdum içeriye aldığı gün ışığından kendimi korumaya çalışarak,oysa o bunu çok komik bulurdu.İki tarafa ördüğü saçlarından birini parmaklarının arasında çevirerek kahven hazır derdi yüzünde kocaman bir gülümseme.Oflaya puflaya kalkardım yataktan her seferinde,dersim olsun olmasın böyle uyandırırdı beni. Yatağımı o toplardı,dolabımı o düzenlerdi,karnımı o doyururdu.Benim şımarık,sevgiye ilgiye doymak bilmeyen yönümü çabuk öğrenmişti.
O kadar düzenliydi ki delirtirdi beni o düzeni. Montaj masamı toplaması ve benim aradığım kasetleri bulamamam yüzünden bir çok kez birbirimize girmiştik. Ama o hep sakin olandı. Hiç hissettirmezdi, hiç göstermezdi.. Suyun altına girer orada ağlardı,orada yaşardı tüm öfkesini. Banyodan çıkar yüzünde bir gülümseme hani çayım derdi sonra. O'ysa benim cinnetlerimin en yakın şahidiydi hep.Kendimi doğramalarımın, ortalığı yıkmalarımın, ağlamalarımın...

Yıllar önce upuzun bir koridorda elinde elimi hatırlıyorum.Midem korkudan o kadar çok bulanıyor ki yapamam diyorum ona bunu yapamam ne olur gidelim buradan. İlk kez kızıyor bana bir bir anlatıyor,bir gece önce sokaktan donuma kadar ıslanmış bir halde odaya döndüğümde yaptığımız konuşmaların aynısını tekrarlıyor.Ve ben kapıyı açıp giriyorum.Parçalarıma ayrılıp çıkarken içeriden,sımsıkı tutuyor elimi yine,gülümsüyor.
Şimdi o günkü halimin bir yansıması gibi duruyor karşımda .Elleri titriyor.Gözyaşları durmuyor. Kaç yıl geçmişti üzerimizden.
Babasından ona kalan fotoğraf makinesi hatırına asıl mesleğini çöpe atıp ülkeyi terketmişti ardında bir sürü hayalkırıklığı bırakıp. Sımsıkı yapışmıştı anlık görüntülere...

Gülümsüyorum...Beni nasıl süslerdin haber sunuşa giderken diyorum. Gözleri parlıyor. Dönebilsek o günlere diyor. Boğazıma bir yumru oturuyor...Onun en güzel zamanlarının benim en kötü zamanlarım olmasını hatırlamak işimize gelmiyor.

Hani özgür kuşlardık biz...Hani hep uçacaktık diyor dudakları titreyerek.

Şipşak bir görüntüye hapsetti onu aşk diyarı diye adlandırılan şehrin sokaklarından birinde.İlk görüşü böyleydi.Yemyeşil gözleriyle yanına gülümseyerek geldi ve merhaba dedi.Çabucak kaynaştılar. Öyle olur ya hep...Bir insanı sanki tüm hayatınız boyunca tanıyor gibi olursunuz işte onlarda öyleydi.
Herkesin hayalini kurduğu şehirlerden birinde,herkesin hayalini kurduğu gibi bir adam..Ne yapabilirdim ki kendimi kaptırmaktan başka diyor...
Sonrası...Masal gibi...ufacık bir çatı katı,kendilerine kurdukları kocaman bir dünya...Hayal gibi...Gerçekten hayal gibi...
Ta ki..Bir sabah uyandığında tüm eşyalarıyla birlikte onu gitmiş bulana kadar...
Kavga bile etmediler.Bir kerecik bile tartışmadılar...

Gittiğinde bir damla dökülmedi biliyor musun? Hiç ağlamadım,hiç üzülmedim...Daha doğrusu bir şey hissedemedim.. Korktuğumu hiç söyleyemedim ona... Yabancı bir ülkede,yabancı bir dille yeniden doğmuş gibi oldum ama ben bendim sonuçta nasıl değiştirebilirim ki özümü. Bana hep birbirinin aynı insanlar bir arada olamaz dediğini hatırlıyor musun? Hani hep birinin değişmesi gerekirdi,hani hep biri bir şeylerden vazgeçerdi.Hiç
anlayamazdım o zamanlar...Saçmalık derdim bu dediğine,iki kişi birbirini seviyorsa her şey mümkün olurdu.
'Bir gün gelir patlayıverir vazgeçen taraf, bir gün gelir en büyük hatayı kendinden vazgeçmekle yaptığını anlar ve bu hatayı hiçbir zaman düzeltemez.'
Yıllar önce ağlamaktan şişmiş gözlerini acıtıyor diye ışığı yakmayıp hep beraber mum ışığında oturmuş votkalı biraları yudumlarken kurduğun bu cümle,yıllar sonra tek başıma mutfakta kendime çay demlerken karşıma çıkıverdi işte. İşte o zaman anladım ne demek istediğini diyor.

Hıçkırmaya başlıyor ve elimi uzatıp elini tutuyorum...sımsıkı...

Şımarıklıkta sınır tanımayan,sürekli ilgiye muhtaç biri nasıl bu kadar güçlü olabilir diyor. Kahkahayı basıyoruz.
Değiştiremeyeceği çok şey oluyor insanın hayatında biliyorsun.Güçlü müyüm bilmiyorum ama dayanıklıyım sanırım ayrıca o hiç sevmediğin insan var ya ondan öğrendim bu kadar güçlü durmasını diyorum gülerken.Sahi o nasıl? diye soruyor. Biraz duraksamadan sonra hala mavi diyorum... Sen nasıl hala kırmızıysan o hala mavi...
Sense hala mor diyor.

Elimi elinden sıyırıp,karnına koyuyorum.Gözlerimi kapatıp kalp atışlarını hissetmeye çalışıyorum. Hissedemiyorum...
Gözümü açmadan 'keşke...'yle başlayan bir cümleye girişiyorum ne diyeceğimi tahmin ediyor ve susturuyor beni...
Değiştiremeyeceğimiz çok şey var hayatımızda...sakın söyleme! diyor.
Gözlerimiz birbirini buluyor ve sessizce yıllar önce verdiğimiz sözü yineliyoruz.

Biz hala özgür kuşlarız ve hep uçacağız diyorum.Ve sen dünyaya yeni bir özgür kuş getireceksin ve ben adını 'erik' koyacağım diyorum. Erik diye isim olmaz diyor gülerken o zaman 'böğürtlen' koyarım diyorum ve atıyorum kahkahayı...

Üstümüzde o ana kadar farketmediğim üç kuş havalanıyor. Hemen elimi karnından çekip hep hazırda beklettiği makineyi alıp deklanşöre basıyorum böğürtlenimize ilk şipşak derken.

Geri gelmeyecek...diyor tekrar titremeye başlayan sesiyle..

Evet geri gelmeyecek diyemiyorum...

Yalan da söyleyemiyorum...

Kollarımın arasına alıp sımsıkı sarılıyorum sadece...